25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddet, Feminizm, Kadınlar

25 Kasım: Ne Seninim Ne Kara Toprağın!

17.08.2021
25 Kasım: Ne Seninim Ne Kara Toprağın!

25 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde Mirabal kardeşler (Minerva, Maria Teresa ve Patria) faşist iktidara ve patriarkal düzene karşı mücadele ederken, diktatör Rafael Trujilo’nun emriyle tecavüz edildikten sonra sopalarla dövülerek öldürüldüler. Diktatörlük namına uygun bir şekilde her şeye sahip olmayı, herkesin ona itaat etmesini bekleyen Trujilo, kardeşler arasında siyasi anlamda en aktif olan Minerva’yla cinsel ilişkiye girmek istedi. Minerva diktatörü reddetmekle kalmadı, herkesin olduğu bir partide onun düzenine ve “erkek”liğine tokatla karşılık verdi. Bundan sonra Minerva’yla ailesi için baskı ve zulüm başladı. Defalarca işkenceye maruz kaldılar ama onlar, yani özgürlük savaşçıları, ölümden korkmadılar ve direnişin simgesi haline geldiler.

Las Maiposas, yani Kelebekler adıyla anılan bu onurlu özgürlük savaşçısı kadınların ölümleri, diktatörün devrilmesine neden olacak bir halk ayaklanmasına öncü oldu: 25 Kasım 1960’ta ayaklanma başlayacak, 1961’de Trujilo öldürülecek, 1963’te ise halk oylamasıyla yeni hükümet seçilecekti.

25 Kasım’ı Latin Amerika Kadın Kurultayı 1981’de, “Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü”, 1999’daysa BM “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan etti. Ne büyük trajedidir ki bugün Dominik Cumhuriyeti kadına şiddetin en fazla yaşandığı ülkeler arasında üst sıralarda yer alıyor.

Julia Alvarez Kelebekler Zamanı kitabında direnişin simgesi bu üç kız kardeşi ve hayatta kalan diğer kardeşlerinin hikâyesini anlatmıştı. Trujilo döneminde yapılan işkenceleri gözler önüne seren kitabı Mariano Barroso sinemaya uyarlamıştı. Biz de bu önemli günü anmak adına, edebiyatta kadına şiddeti içeren farklı kitaplara göz atmak istedik:

John Fowles Koleksiyoncu kitabında, bir adamın saplantılı bir “aşk”la bağlandığı kadını kaçırıp tutsak ederek kadını hayattan koparışına, özgürlüğünü almasına şahit oluyoruz. Adam bunu sadece kadına “sahip olmak” ya da başkalarının “sahip olması”nı engellemek, hatta belki de “muhteşem” kelebek koleksiyonuna katkı sağlamak adına yapıyor. Zincirlere vurulan kadın, bilgi birikimiyle bu “âşık” adamı her geçen gün yerle bir eder, hatta zamanla kendisinden tiksindirir. “Aşk ve nefret kardeş duygulardır” yanılsamasını bahane eden erkek bakışının doğal sonucu olan erkek şiddeti, sonunda kadınlara işkence etmeyi, baskı yapmayı, hatta öldürmeyi normalleştirmeye varan bir zemin sunuyor.

Peki şiddeti nasıl tanımlarız? Erkeğin şiddeti elbette sadece fiziksel ve cinsel değil; erkek şiddetinin istatikselliği sadece “bazı” kadın cinayetlerinde sayılara dökülebiliyor. Bir de işin hiçbir zaman kaydedilemeyecek olan psikolojik şiddet tarafı var. David Vann Akvaryum’da küçük yaşta annesi ölüm döşeğindeyken babası tarafından terk edilmenin Sheri’de yarattığı tahribatı net bir şekilde anlatıyor esasında. Sheri küçük yaşta hasta annesine bakmak için okulunu bırakmak zorunda kalır, tüm gün annesiyle ilgilenip bir taraftan çalışmak zorunda olduğundan arkadaşlarıyla görüşemez. Büyüdüğünde ise “sevgili babası” yaptığı hatayı anlayıp kızıyla barışmaya, kendini affettirmeye gelir. Sheri babasına sonsuz nefret ve öfkeyle yaklaşır, öyle ki fiziksel şiddet uygular. Tüm bunlar Sheri’ye babası tarafından uygulanan psikolojik şiddetin yansıması ve intikamıdır. Baba masumane tavırlarıyla okuru etkilemeye çalışır, gerçekleri öğrendikçe babayı affetmek okur için hiç kolay olmayacaktır.

Şebnem İşigüzel, Ağaçtaki Kız romanında, ana karakterin babasının şiddetini tanımlamasına şahit oluruz. Baba, anneye bir kere bile el kaldırmamıştır, yazar bunu, “Ama ortada dayaktan beter bir durum vardı. Çok daha şiddetli bir şey yaşıyordu esasında,” diye tanımlar. Baba çevresinde çok sevilen biridir, anneyle konuşmaz, onu kaale almaz, azarlar, hakaret eder, kendi doğrularını dayatmaya çalışır, annenin herhangi bir konuda zaten fikri olamazdır. Anne tuttuğu günlüğe, kızına hamileyken muayeneden sonra kadın doğumcuyla birkaç dakika havadan sudan konuşmanın onu ne kadar mutlu ettiğini aktarmıştır. Aynı kitapta ana karakter, hamile olduğunu söylediği sevgilisi tarafından çocuk düşsün ya da kadın doğurmasın diye yazarın tabiriyle “erkek” gibi dövülmüştür. Kadın kimselere sevgilisi tarafından dövüldüğünü söyleyemeyecektir.

 

(…) bir kadın artık dayanamaz hale gelene kadar boyun eğmeye çalışabilir ve derken gölgede kalması için zorlanmaktan aşınan ve hastalanan yaratıcı doğası, bir insanın yeteneklerini ve bizzat hayatını göz ardı eden pervasız yöntemlerle "yetiştirme" ilkelerine isyan ederek şiddetli bir şekilde patlar. [1]

 

Aldatmak, toplumun ve erkeğin en normalleştirdiği eylemlerden biri. Hatta “erkektir aldatır” bakışı kadının durumu kabul etmesi üzerinden oynanan bir oyun. Erkek aynı kadınla sevişmekten sıkılır, farklı kadınlarla farklı deneyimler yaşayarak, hatta karısına yapamadığı, yaptıramadığı cinsel isteklerini başka kadınlarla yaparak tatmin olmaya çalışır çünkü bu onun hakkıdır. Öyle ki erkek, aldattığı için eşini suçlamaktan da geri kalmaz. Erkek, yargılanmak yerine yargılayarak, tereyağı gibi üste çıkmak deyimini hakkıyla vermeye çalışır. Anna Karenina’da Stepan Arkadviç karısını aldatan ama Tolstoy’un da tanımıyla “kendine karşı dürüst” bir insandır. Tolstoy Stepan’ı şöyle tanımlar:

 

Tek pişmanlığı, karısından bütün bunları daha iyi saklayamamış olmasıydı. Ama durumunun ağırlığını hissediyor ve karısına, çocuklarına ve kendine acıyordu. Bu haberin onu bu kadar etkileyeceğini bilse belki günahlarını karısından daha iyi saklayabilirdi. Bu sorunu hiç düşünmediği ortadaydı ama ona sadık olmadığını karısının çoktandır bildiğini pek net olmasa da tahmin ediyor ve açıkçası pek de umursamıyordu. Hatta zayıflamış, yaşlanmaya yüz tutmuş ve artık güzelliğini yitirmiş, hiçbir çekiciliği kalmamış, yalnızca iyi bir anne olan karısının, adaletli olmak adına ona hoşgörü göstermesi gerektiğini bile düşünüyordu. Tam tersi olmuştu.

 

Edebiyatta erkeğin kadına uyguladığı psikolojik şiddetin en iyi örneklerinden biri olan bir diğer kitap Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Tomas çok eşli bir ilişki sürdürürken Tereza ona delicesine bağlanır. Tomas’ı kaybetmemek adına, ne kadar üzülse de aldatılmaya göz yumar. Tomas’sa geceleri karısı Tereza’ya gelir, onunla uyur; çünkü onun için “huzur” her gece yatakta onu bekleyen Tereza’dır.

 

Başka kadınlara duyduğu isteği denetleyebilecek gücü yoktu. Ayrıca bunun neden gerekli olduğunu da anlamıyordu. Kaçamaklarının Tereza için ne kadar önemsiz bir tehdit unsuru olduğunu kimse Tomas’ın kendisinden daha iyi bilemezdi. O halde neden vazgeçsindi? Maça gitmekten vazgeçmek ne kadar saçmaysa bu da o kadar saçmaydı.[2]

 

Seray Şahiner’in tüm kitaplarında haksızlığa ve şiddete uğrayan bir kadının çığlığını duyabilirsiniz çünkü ana meselesi “kadın”dır. Antabus’ta yazar, farkındalığı elinden alınmış bir kadın karakteri profili çiziyor. Özellikle toplum tarafından Anadolu’da görünmez olan bu kadınlar tecavüze uğradıklarının farkına varmıyor, normalleştiriyor, tıpkı dayağı, eşitsizliği normalleştirdikleri gibi.

 

Siz hiç gazetede, “Kocası karısına tecavüz etti” diye haber okudunuz mu? Evliyken olan tecavüzü kimse tecavüzden saymaz. Cilve falan sanıyorlar herhal: tecoş! Aaa, ben de kocama laf ettirmem. Ne de olsa nikâhlı tecavüzcüm! Zaten ben kimseye öyle canıgönülden isteyerek yanaşmadım ki; Hayri Abi’yle zorla, Ömer’le ayıp olmasın diye, kocamla gene zorla. Şöyle kendim isteyip de öptüğüm tek erkek, parktaki heykel.[3]

 

Son kitabı Kulda evi geçindiren yani erkek söylemiyle evin direği Mercan’ın çalışmayan kocası evi terk ettikten sonraki Mercan’ın yalnızlığını izleriz. Oysa Mercan’ı bu hale getiren sadece kocasının Mercan üzerindeki hâkimiyeti değildir, yaşadığı çevrenin ve toplumun üzerindeki “kadın yapamaz”ın şiddetinin resmidir. Ne var ki Mercan umudu kestiği bir vakit, özgürlüğünü hissetmek istediği bir vakit dudağına ruj sürüp tek başına bir meyhanede bira içip başka bir erkekle flörtleşme cesaretini gösterecektir.

 

(…) Kadınların vahşi doğaları açısından bakıldığında, onları sadece sarhoş eşlerle, istismarcı patronlarla, sömürücü ve zarar verici gruplarla kalacak şekilde etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda tüm kalpleriyle inandıkları şeylere (sanatları, sevgileri, hayat tarzları, görüşleri) destek olmak için ayağa kalkamayacak durumda hissettiren de şiddetin bu normalleştirilmesi halidir, biliminsanlarının daha sonra "öğrenilmiş çaresizlik" adını verdikleri şeydir.[4]

 

Osman Şahin “Mor Cepken” öyküsünde, Toros Yörükleri kadınlarının erkek zulmüne, baskısına ve şiddetine karşı bir direnme yolu olarak anlatır mor cepkeni. Zorla evlendirilen, aldatılan, hatta kocasını sevmeyen kadınların köy halkının göreceği şekilde mor cepken giymesi bir dayanışma ve kadının kendini yalnız hissetmemesi üzerinden de yorumlanabilir. Ne var ki mor cepkeni giyen her kadının hikâyesi mutlu sonla bitmez, tıpkı Şahin’in bu öyküsünde, sevmediği kocasından ayrılmak isteyen Bulca’nın köy büyükleri tarafından “evinin kadını” olması öğütlenip evine gönderilmesi gibi.

 

Pek çok şeyde olduğu gibi, değişim sadece eylemden değil, dilden de geçiyor. Bu nedenle kadınlar cinsiyetçi dille de mücadele ediyor. Şiddeti ve cinsel tacizi dilden arındırmak zor değil, öğrenilmiş kodlarla pekâlâ baş edilebilir. Farkında olduğumuz sürece değişim de sağlanacaktır. Önemli olan bu farkındalığın elzem olduğunu kabul etmek. “Ne seninim ne kara toprağın”, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”, “Erkeklik nedir? Küçülebilen bir şeydir” ve “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa”yı sadece 25 Kasım’da değil hayatın her alanında haykırmak için mücadeleye devam! Çünkü #ŞiddetGeliyorumDer!

 

 

 

[1] Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar, çev. Hakan Atalay, Ayrıntı Yayınları, 2003, s. 267.

[2] Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, çev. Fatih Özgüven, Can Yayınları, 2015, s. 30.

[3] Seray Şahiner, Antabus, Can Yayınları, 2014, s. 42.

[4] Kurtlarla Koşan Kadınlar, s. 273-274.