Peru’nun Lima kentinde geçen bu romanın “yüzey”deki konusu üvey anne, baba ve delikanlı arasında yaşanan garip ilişkiler; derindeki ise toplumun kimi kurumlarına, katmanlarına ve düşünce...
Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk ka
Kırkında, çekici bir üvey anne: Doña Lucrecia. Her gece “temizlik ayinleri” düzenleyen bir baba ve koca: Don Rigoberto. Ergenlik çağına erişti erişecek bir oğul: Alfonso. Bu üçlü arasında masumiyetle
Burnun büyüdü mü İnci? Hani Pinokyo’nunki gibi... Sen anlatmıştın, Pinokyo diye bir kukla varmış. Yalan söyleyince burnu uzuyormuş. Yalan söylersen senin de burnun büyür demiştin bana.
Tutkuyla bağlı olduğun bir şey var mı?
Nasıl yani?
Ne bileyim işte. Hani böyle peşinden gözünü kırpmadan gideceğin bir şey? Uğruna her şeyi göze alacağın...
Uzaktaki ağaçlara bakıp düşündüm.
Gali
Çağdaş bir Çehov olarak tanımlanan Alice Munro, bu kitabındaki soluksuz okunan dokuz öyküsüyle de gerçekten günümüzün en usta öykü yazarlarından biri olduğunu kanıtlıyor.
Nefret, Arkadaşlık, Flört,
Serap, giderek serap olmaktan çıkıp, zihnine çakılı kanlı canlı bir imgeye dönüşmekteydi. Kızın gençlik hayaliydi bu bu imge; sıcak ve yumuşaktı. Tenin dokunuşu... Kızın kokusu, saçlarının, gerdanını
Babasını hiç tanımayan, baba ve koruyucu özlemini, usta-çırak, baba-kız, öğretmen-öğrenci ilişkisi kurduğu bir yabancıda gideren Suna; babasının yerine bir yabancıya hayranlık duyan otelci genç Çiko;